Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir gün genç sahabelerden Muâz’la (r.a.) yolculuk yapıyordu. Yolculuk esnasında ona üç defa “Muâz!” diye seslendi. Bu güzel sesleniş karşısında genç sahabe Muâz ise her seferinde; “Buyur ey Allah’ın Resûlü, emrine amadeyim!” diyerek gönülden teslimiyet, sevgi ve hürmetini dile getirerek karşılık verdi. Nihayetinde Peygamberimiz (s.a.v.), kendisini merakla dinleyen bu genç sahabeye, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Muaz’da (r.a.) bu soru karşısında “Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) daha iyi bilir.” cevabını verdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, onların Allah’a ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.” Bir müddet sonra yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Peki kulların Allah (c.c.) üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Ardından da şu müjdeyi verdi: “Kendisine kullukta bulunması ve hiçbir şeyi ortak koşmaması halinde Allah’ın (c.c.), kuluna azap etmemesi ve onu cennete koymasıdır.”
Yukarıda bahsi geçen Hadis-i şerife baktığımızda Yüce Rabbimizin üzerimizdeki en büyük hakkı; O’nu (c.c.) tanımamız ve O’na (c.c.) kul olmamız gerektiğidir. O’na (c.c.) hakkıyla teslimiyet ve sadakat göstermemizdir. Zira yaratılış gayemiz, Allah’ın (c.c) varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz iman etmektir. Her türlü azamet ve yüceliğin, yalnızca Allah’a ait olduğunu kabul etmektir. O’nun emir ve yasakları doğrultusunda bir hayat sürmektir.
Bütün mahlûkatı yoktan var eden Rabbimiz, kerem ve cömertlikte eşsizdir. O’nun bizlere ihsan ettiği nimetleri saymakla bitiremeyiz. Aldığımız nefesten tutunda içtiğimiz suya; yediğimiz lokmaya, harcadığımız zamana kadar her şey O’nun bizlere lütfudur. Hele hele aklımız, karşılığı olmayan ne büyük bir ikramdır. O nedenle bize ömrümüzü ve türlü türlü nimetleri bağışlayan Allah’a ne kadar şükretsek az değil midir? Hakikat açıkça ortadayken Rabbinin bunca nimetini görmezden gelerek, insanın sorumluluklarını ihmal etmesi ve başıboş bir hayat sürmesi hiç insana yakışır mı? Elbette ki yakışmaz!
Varlık amacımız, Allah’a (c.c.) iman ve kulluk etmektir. Bununla birlikte yeryüzünde hakiki sevgiyi, saygıyı, şefkat ve merhameti yaymaktır. Her daim İslam adaletini yüceltmektir. Hak ve hakikate tercüman olmaktır. Batıla karşı hakkın, zalimlere karşı mazlumun, cehalete karşı ilmin yanında yer almaktır. Fitne, fesat, zulüm ve savaş gibi her türlü kötülüğün ise karşısında durmaktır.
Günümüze baktığımızda insanlık barış ve huzurun, güven ve sükûnetin özlemini duymaktadır. Unutulmamalıdır ki; tüm özlem duyduğumuz güzelliklerin hepsi Kur’an’ın sonsuz hakikatlerinde, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)’in zaman üstü örnekliğinde mevcuttur. Yeter ki müminler olarak bizler, hayatımızı bu güzelliklerle süsleyelim. Yeter ki bu güzellikleri uygun bir lisanla, hikmetli bir üslupla insanlığa sunalım. İşte o zaman yeryüzü gerçek barış ve huzur ortamına kavuşur.
Ölüm ve hayat hangimizin daha güzel işler yapacağını sınamak için yaratılmıştır. Öyleyse şu kısacık imtihan dünyasında bize düşen, muhabbetullah ile dolu bir gönle, Allah’ı zikreden ve O’na şükreden bir dile, salih amellerle geçirilen bir ömre sahip olmaktır. Fâni dünyamızı inşa ederken, ebedi yurdumuz olan âhireti mamur etmeyi unutmamaktır. Yüce Rabbimiz, rızası uğrundaki hiçbir gayreti zayi etmez. Yeter ki bizler, sadece O’na dayanıp güvenelim. Yeter ki; “Benim namazım, her ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.” diyerek her daim Rabbimizle, Rabbimiz için yaşayalım.
Fatih Medreseleri Yazı İşleri Kurulu