Hızır Ali Muradoğlu Hoca Efendi’yi Rahmetle Anıyoruz - Fatih Medreseleri | Fatih Medreseleri
Fatih Medreseleri

Hızır Ali Muradoğlu Hoca Efendi’yi Rahmetle Anıyoruz


Hızır Ali Muradoğlu Hoca Efendi’nin şehadetinin 17. Yılında rahmetle anıyoruz.

 

RAHMETLE ANDIĞIMIZ ŞEHİT HIZIR HOCAMIZIN (K.S) ŞEHADET GECESİ SOHBETİ

 “Ey iman eden kullarım! Sabredin, direnin, murabata (gözetleyici) edin ve Allah-u Teala’dan korkunuz, umulur ki feraha kavuşursunuz.” Şimdiki dersimizde ayeti kerime, hadis-i şerif ve Allah-ü Teala’nın (c.c.) veli kullarından  “Muhammed İsmet Garibullah” (k.s.) Şeyh efendinin risale-i kudsiyyesinden beytler okuyacağız. Onları hep beraber müzakere etmiş olacağız. Allah-ü Teala’dan (c.c.) tesirini niyaz etmiş olacağız

Camiye geldik çıkmadan manen tertemiz olmayı Mevla’dan isteyeceğiz. Dinlediklerimizin hayatımıza tatbikinin nasibini Cenab-ı Hak’tan isteyeceğiz ve hadisi şeriflerin beyan ettiği namütenahi sevapları, onları da dinlemiş ve ilim hayatımıza atmış olacağız. Ahiret işleri aslında kolaydır. Nefsi terbiyede olsa oda çok kolaydır da ona karşı verilen ücretler var, çok fazladır. Ama insanın nefsi Rabbisine karşı muteriz olunca yani itiraz üzere olunca en kolay ibadetler bile ağır geliyor. Bu ayeti celileyi cuma hutbesinde okuduk. Ama Risaliyemizin beyitleri biraz Tasavvufun derinliklerinden bahsediyor. Dikkat edilirse mutlaka anlaşılır. Bizim adetimiz şudur; “Hemen söz söylenecek, hemen anlayacağız.” Eee birazda tefekkür lazımdır düşünmek lazımdır. Yani Ashabı Kiram efendilerimizin Peygamberimizi dinleme usulünü biliyoruz. Son derece pür dikkat dinlerlerdi mescidin üstü açıktı o zamanlar sonra hurma dallarıyla kapandı yanları yinede açıktı Efendimizi öyle dinlerlerdi ki güvercinler, kumrular gelip omuzlarına konarlardı. Onları kütük zannederlerdi. Yarım saat, bir saat hiç çıt yok böyle pür dikkat dinliyorlardı.  Kimi dinliyorlar! Ahir zaman nebisi Hz.Muhammed (s.a.v)’i dinliyorlar. Tabi ki sallanmayan şey kütük olur herhalde gelip kuşlar omuzuna konuyor. Bu kitaplarda var mı? Ne kadar kendilerini Allah (c.c.)’ın emir ve yasaklarına vermişler ki pür dikkat içerisinde sanki kütük olmuşlar. Eh biz o kadarda olmazsak da hiç olmazsa sohbet adabına riayet etsek güzel olur, her şeyin bir adabı vardır. Zannediyorum ki sohbet ettiğimiz zaman daha iyi anlarız.

Bismillahirrahmanirrahim Risaleyi Kudsiyeden bu Pazar günü okunan beyitleri  okuyacağız. Fakat bu beyitleri anlamak için Mektubat’tan bir alt yapıya ihtiyaç vardır. Yani bir takım mukaddime yapmak lazım bu beytlerde ki manayı anlamak için. Evet.

 

Velayet bil asale buldu salik.

Budur suğra anı kıldı mesalik.

Oldu irsle dahi kübrada halik.

Velayetül enbiyaya oldu malik

Tefekkür kıl hüzünle gel gidelim.

Cemali ba kemale seyr edelim.

 

Bu beytler ağırdır ama anlamaya çalışalım. Efendi anlattı bu Pazar günü koskoca İsmail Ağa cemaatine, Pazar cemaatine söyledi. Şimdi bu beytlerin nazım biçiminde yazılan bu tasavvufi sözlerin efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in miraç merhalelerini anlatan bu sözleri anlamak için biraz alt yapıya ihtiyaç var dedik, yani bazı mukaddimeler yapacağız. Eee  yoralım kendimizi  biraz ne olur. Yarım saat dünyalık bir şeyler hatıra getirmeden dinlesek ne olur, ne zararı olur ki nasıl olsa ezan-ı şerife kadar buradayız. Bir şey düşünsek de buradayız düşünmesek de, anlamaya gayret edelim. Niçin bunları anlatacağız? Sebep, nefsi terbiyedir. Allah-ü Teala bizden teslim nefis istiyor. Temizlenmiş bir nefis istiyor. Dostluğuna kabul için bizden birtakım çalışmalar istiyor. Ve bunları yapmayan cehenneme mi girecek? Öyle demiyor  yani bizi Allah-ü Teala cehennemde yakmasa kulluk yapmayacağız öylemi? Belki de insanların yani Müslümanlarında dahi bir milyon da biri ancak Allah-ü Teala’ya kulluk etmeye çalışıyor. İşte o yanmayacak cehennemde. Çünkü Allah’a karşı sevgi az, muhabbet az. İbadete sevk eden sevgidir, muhabbettir. İşte beytler o muhabbetin yolunu anlatıyor. Severek ibadet nasıl olur söylüyoruz her zaman. Ömrümüz bitti, seneler geçti. Senelerce namaz kılıyoruz ibadet etmeye çalışıyoruz karınca kararınca herkes kendine göre ama doya doya bir secde yapamadık. Doya doya kendimizi verip bir Kur’an okuyamadık. Bir zikre oturup doya doya zikir edemedik. İllaki içimizde bir takım hile hurda var, nefsi emmare var, konuşuyor onu terbiye edemedik.

Daha açıkça söyleyeyim hepinizin anladığı gibi yorgun argın eve gittin o gün amelelik yapmışsın, taş taşımışsın, kuyu kazmışsın, yani bedenen yorulmuşsun şöyle yatağa yattığın zaman yumuşak bir yatağa tabi o sanki her tarafını kucaklıyor. Öylece bir ohhh! diyorsun. Hani içinden tabi ayıptır, aslında öyle yatmak ama işte biz gafil insanlarız yatarız. İmam-ı Azam Hazretleri senelerce ayağını uzatamadı. Rabbisinin huzurunda bağdaş kurup böyle günde iki saat ancak uyuyabilirdi. Evet ama biz öyle gerildiğimiz zaman ohh diyoruz ya! Böyle bir ibadet yapamadık. Hani kendimizi ibadete atıp ta ohh diyemedik. Yaa ömrümüz bitti. Ne zaman bunu diyeceğiz. İşte bu şeylere dikkat edersek o halleri kazanmış oluruz, yani yorgun bir bedenle yumuşak bir yatağa serildiğimiz zaman nasıl ohh diyorsak. Bu makamları kendisine makam edinmiş olan kullarda ibadete durduklarında ruhları ve bedenleri öyle diyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyorlar ki “Beni dinlendir, rahatlandır Ya Bilal!”  yani ezan oku da namaza durayım ben orada rahatlıyorum. İşte biz böyle olamadık. Ömrümüz bitti. Niye olamadık? Sebepleri var demek ki. İşte onları bu beytlerin altında inceleyeceğiz. Bu beytlerden onları öğrenmeye çalışacağız

Şimdi önce şunu bilelim. Biz insanoğlu iki şeyden yaratılmıştır. Bunu ayetlerden öğreniyoruz. Cenab-ı Hak Müminün süresinde, bedenin yaratılışını anlattıktan sonra yani şu cesedin, şu bedenin yaratılışını anlattıktan sonra (67.ayet) ruh verdik. Evet insan beden ve ruhtur. Ruh alem-i emirdendir. Bu beytlerin alt yapısını konuşuyoruz. Söylenenlerin anlaşılması emirleri bilebilmek, düşünebilmektir. Ruh alem-i emirden arşın fevkinden geldi. Estaizübillah “Elbette muhakkak ki insanoğlunu en güzel biçimde, kıvamda yarattık.” Bedende güzeldir, sayılı mahlukat arasında ruhende güzeldir. “Sonra o ruhu bedene red ettik.” Veya insanı esfele safiline red ettik. Bu beytin alt yapısı olarak manası ruhu kendi makamından indirdik, bedenle alaka kurdurduk. Ondan sonra ona miraç kapılarını açtık. Onun içindir melekler gibi terakki kapılarından daha yükseklere çıkmak Mevla’ya daha çok yakın olma yolları kendisine kapalı idi. Onu düşürdük ama ondan sonra miraç kapılarını açtık. Ama şunu mutlaka bilelim ruhu bedene red edildi. Zannetmeyin bedenin içindedir, dışındadır zannetmeyin önündedir de, arkasındadır. Zannetmeyin yanında, sağında, solunda  zannetmeyin üstünde, aşağısında. Zannetmeyin bitişiktir veya ayrıdır diye zannetmeyin.

Nerededir? İşte zaten bunu bilebilsek Allah (c.c.)’ın mahlukat ile beraberliğini de anlamış oluruz. Ama şunu zihnimize yaklaşsın diye söyleyelim beden kesifdir, kalındır. Ruh latifdir, incedir. Beden ona mekan olmuyor mekan olmayınca ruhun bedenin sağına, soluna yukarısında, aşağısında olması düşünülemiyor zaten. Şu önümde bir cam olsa 5 milim, 10 milim kalın olsa da ne kadar olursa olsun ben o camın arkasından size bakarım. Sizi görür müyüm? Göremez miyim? Görürüm. Peki ben şöyle sorsam benden size bir bakış uzanıyor ama o bakış camdan geçiyor cam ona perde olmuyor perde olsaydı benim bakışım size ulaşamazdı. Peki şimdi sorayım bakışımla, bakışımın camla olan beraberliğini bana söyleyebilir misiniz? Bakışım, sizi görüşümü, gözümü demiyorum. Gözüm görmüyor, bakışım sizi görüyor göz sadece alettir. Bu aleti kullanan vardır. O görme sıfatıdır. O görme sıfatı size ulaşırken bu camla beraberliği vardır. Ama camın içindemidir o bakış yoksa dışındamıdır? Yok! Nasıl, nasıl bir beraberlik bu tarif edilmez bir beraberlik vardır. İşte o beraberlik gibidir, ruhun bedenle beraber oluşu belki o bakışın tümü camla beraberdir, camın her zerresiyle beraberdir. Benim bakışım hepsini görüyor perde olmaksızın bütün camın neleri varsa bakışım onları kaplıyor o bakışımın içinde haps olmuş oluyor. Ama cam madde bakışım madde değil cam katı, bakışım latif. Bakışımın yerine ruhumu koyalım camın yerine bedeni koyalım işte ruhun  bedene, bedeninde ruha karşı durumu budur. Bu ancak, bu kadar anlatılır. Başka bunun anlatımı olmaz! Mevla Teala Hazretlerinin mahlukat ile olan beraberliği böyledir. Onun için sorarlar ki? Allah-ü Teala’ya inanıyor musun? Elhamdülillah. Peki Allah-ü Teala nerededir? Sağda mıdır, solda mıdır? Yukarıda mı? Aşağıda mıdır? Hiçbir yerde değildir. Mekandan münezzehtir. O zaman haşa Allah yoktur desene diyor zavallı aptal adam.

Cenab-ı Hakkın varlığı karşısında yarattıkları hani anlaşılsın diye söyleyeyim benim bakışım ile camın arasındaki durum gibidir. Allah-ü Teala bütün mahlukatını öyle arada hiçbir şey olmaksızın  bilir, görür onlarla beraberdir. Benim bakışım nasıl onla beraber oluyor? Zerreleri ile beraber oluyorsa  Allah-ü Teala bütün kainatı ile beraberdir. Bize göredir bu madde, şu varlık. Allah-ü Teala’nın varlığına karşı benim görmemin cama karşı olan durumu gibidir. Saydamdır. Ancak böyle anlatılır. Tamam mı? Her şeyin bir misali var gördüğünüz gibi. İşte peki böyle olunca, demek benim bakışımla o cam arasında bir mekan tayin etmek mümkün değil alttır, üsttür, sağdır, soldur.  Rabbimizle, yarattıklarıyla  öyle bir mekan ispatı mümkün değildir. Onun için.”Allah (c.c.) arşın üstündedir.” Deyip ona nispet koymak ehli sünnet itikadından sapmak demektir. Arş yaratılmıştır. Allah (c.c.) yaratıcıdır. Haşa Arşın üstünde duran Allah arş yaratılmadan önce neredeydi diyor? Bu zamanda bile bu kadar cahil insanlar vardır. Belki de bunlar namazda kılıyorlardır. Belki kendilerini daha yüksek sayıyorlardır. Kendilerini ehli sünnetten uzaklaştırıyorlar. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in görüşünden efendimizin itikadından sapmışlardır. Ashab-ı Kiramın anlattığı itikattan, inançlarından evet uzak kalmışlardır. Ters tarafa düşmüşlerdir. Kısaca bunu da söylemiş olalım. Şimdi geçiyoruz.

Ruhu bedene red ettik. Ruh bedene geldi ama bedenle alakasızdı ama terakki yolları açıldı. Peki ruh bu bedene ne yapıyor ki? Bu beden alettir, ruh onun ustasıdır. Şurada bir mala, şurada bir çekiç, şurada bir çivi kendi kendine çekiç kalkıp da şu çiviyi şuraya çakabilir mi? Çakamaz şu mala kalkıp da şu duvarı sıvayabilir mi? Hayır. Bir ustanın onu eline alması lazım. Bu aleti ustanın kullanması lazım. Bu çekici bir ustanın kullanması lazım. İşte beden alettir. Ruh onun ustasıdır. Göz bir alettir, mala gibidir görmez. Ruh sıfatıyla gelir onu gördürür. Allah’ın izniyle onun için uyuduğun zaman görmüyorsun gözün kapalı olduğundan sebep değil, görme vasfı o aletten uzaklaştığı için veyahut alakası azaldığı için görmüyor. Kulağında tıkalı değil hadi gözünü uyurken kapatmışsın ama kulağına pamuk koymadın ya? Niye duymuyorsun çünkü alet,  ustası yanında değil . Onu çalıştıracak usta yani ruhun işitme sıfatı  olmadığı değil, alakayı azaltmış. Çünkü bu beden ruhu taşımakla yorulur. Yorulduğunda uykuya ihtiyacı vardır. Uyku ruhun bedenden alakayı azaltmasıdır. Çünkü ruhun merkebidir. Devamlı ona bine bine beden, yirmi dört saat zor kendini ayakta tutuyor. Serilmesi lazım, dinlenmesi lazım. Bu dinlenme ruhun bedenle alakayı azaltması, ayrılmasıdır. Bir yerde dilimizde vardır ama konuşamıyoruz. Alet var usta yok uyandığın zaman onların hepsi geliyor. O zaman gözde görüyor kulakta işitiyor, dilde konuşuyor. Çünkü ustası geldi. Aletleri ele aldı. Mala ile sıva yapıyor, çekiçle çiviyi çakıyor. Bunun gibi şimdi anladınız mı?

Sure-i Tinde, bu okuduğumuz beyitte bu terakkiden bahsediyor. Nereye kadar yükselir insan nasıl gider, nereye gider. Peygamber Efendimiz miraç yaptı. Yani ehli sünnet itikadında bedenen ve ruhen miraç yaptı. Bu Allah (c.c.) için zor bir iş değildir. Kalkıyor bazıları sadece Efendimiz ruhen miraç yaptı diyorlar. Bütün peygamberler ruhen miraç yapmıştır. Bu miraç Efendimize diğer Peygamberlerden başka bir yüksek fazilet kazandırmaz ki! Zaten Peygamber arkadaşları o miracı yapmışlardır. Ancak Allah (c.c) Resulullah’a bir başka miraç nasip etti. Bedenen ve ruhen. İşte Efendimiz (s.a.v.) Mekke-i Mükerreme’den, Kudüs-ü Şerife burak ile beraber gitti. Ama Kudüsü Şeriften “sidretül  müntehaya” ref ref ile yükseldi. Çünkü ağır bir bedenle gidiyordu. Evet! Öyle birbirlerine ihtiyaçları vardı. Onun ümmeti ise ruhen miraç eder. Peki bizim ref refimiz ne? Bizim ref refimiz ruhumuzun letaifleridir. Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa diye saydığımız ruhumuzun beş letaifi vardır. Manevi miraçta müminin onlardır ref refi. Asansörüdür, basamağıdır. Bir mümin onlarla esfele safilinden bedenden ruhunu tekrar eski makamına ve ondan daha yüksek makamlara çıkabildiği kadar yükselir. Allah-ü Teala’nın gönderdiği şer-i şerifi güzel bir biçimde yaşarsak bu yaşamada da Resulullah’ı örnek alarak  yaşamak sebebiyle insan o red edildiği beden kafesinden ruhu tekrar kurtarıp geldiği makama ve oradan yukarıya geldiği makama çıkartır. Alemi meleküt diyoruz oraya. İmkan aleminin son bulduğu yer oluyor. Oraya kadar olan yürüyüşü esareten yürüyoruz. Zaten oradan gelmişiz. Kendi makamımıza yürüyoruz. Buna Seyri İlallah deniliyor. Bu tarikatta Seyri İlallah diyoruz.

Miracın dört basamağı var diyoruz. Bunların ikisi çıkış, ikisi de iniştir. Birinci basamak “Seyri İlallah”tır. “Seyri Billah” da diyoruz. İşte “Seyri İlallah” letaiflerin bulunduğu bedendedir. En son uzantılarından o arşın üstüne kadardır ki oraya kadar olan manevi yükselmemize o letaifler ref ref oluyor. Asansörle oraya çıkan bir insana “fenafillah” oldu denir. Hani duyuyorsun adam “fenafillah” oldu? Ne demek? İşte bedene red edilen, ruhun eski makamına kadar yükselmesi demektir. Orada Cenab-ı Hakkın nurunda fani ve baki oldu. Fani oldu  tabi bu, “Fenafillah”ın bir basamağı oluyor bir noktası oluyor. Daha sonra derinleşiyor o nokta ile derinleşen nokta ise Cenabın Hakkın zılâl dairesidir.

İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubat isimli kitabının 260. mektubunda bunu çok güzel izah ediyor. Bu basamaktan o esmanın zıllarından aslına kadar olan yürüyüş ayrıca velayeti suğra oluyor. Biliyorsunuz veliliğin yani Allah (c.c.) ile olan dostluğunda dereceleri vardır. “Velayeti suğra” vardır. “Velayeti Kübra” vardır. “Velayeti ulya” vardır. “Velayeti suğra” velilerin velayetidir. Peygamber olmadığı halde seyri sülükte ciddi hareket eden Resulullah’ı mümkün mertebe kopya edenlerin kazandığı velayettir. Velayeti suğra kendi letaiflerimizden mebde-i taayyünümüze ve oradan da esasların zıl dairesine olan yürüyüş oluyor. Sonra esma sıfatının asıl dairesine giriliyor. Oradan da “Velayeti Kübra” başlar diyor mektubatta. Orayı da şöyle anlatıyor özetlenmiş olarak. Ondan sonrada daha ileriye esma sıfatının aslının aslına dediğimiz makamlara yükselinir ki o da “velayeti ulya”  oluyor. Tarikat derslerimizden sekizinci dersin nihayetidir. Demiş olduğumuz “velayeti ulya” “mele-i âlâ” dediğimiz dersin neticesidir. Ondan sonra kemalatın nübüvvet risaleti başlar. Şunu anlayalım ki Mevla’ya vasıl olma hususunda bu kemalatlar bizim için vaat edilmiştir. Ama bu kemalatın ilhak dairesindeyiz. Biz daha nefsimizi bebek gibi havalandırmak, nefsimizin çocuk gibi arzularının peşinden koşuyoruz. Nerede bu yüksek makamlar diyoruz. Bu yüksek makamları bizden evvelkiler canlarına can katarak kazandılar. Çalıştılar, gayret ettiler. Onlar cennet de Cenab-ı Hakkın takdir ettiği bir makam kazandılar.

Bizde şimdi onların makamlarını kazanmaya çalışacağız. Ben bu durumu şuna benzetiyorum. Adam ömrü boyunca çalışmış, fabrikalar açmış, hiç istirahat bilmiyor. 70-80 yaşına kadar, beli kambur oluncaya kadar çalışmış ondan sonra bir villa almış veya birçok parası pulu olmuş. Öbür adam züğürt, iş yapmış değil oda 80 sene yaşamış, 80 sene kaldırım mühendisliği yapmış ,çalışmak nedir bilmez. Soruyor? Ee onun varda benim niye yok? Sen çalışmadın ki olsun, o çalıştı var. Sende çalışsaydın seninde olurdu. Maddi işler böyle olduğu gibi manevi işlerde böyledir. Evet kendimizi kandırmayalım. İlk ve son gelişimiz bu aleme. Bu pazardan en iyisini alıp gitmek lazımdır. İnsan en azından da Rabbisine beceremediğini itiraf etmesi lazımdır. Bu makamlar bizleri bekliyor. Sevdiğimiz birine ulaşmak için neler yaparız, ne çareler ararız. Ev isterlerse mutlaka ev sahibi olmaya çalışırız. Bir mesleğe gir de, evlen kızımla deseler, mutlaka o mesleğe girmeye çalışırız. İlla bir çare buluruz. Sevgililerin sevgilisi olan Rabbimize ulaşmak hususunda halimizde malumunuz.

Evet şimdi bu özetten sonra beytimize dönelim. “Velayet bil asale buldu salik.” Salik derviş demektir. Bu makamları yükselmeye niyet etmiştir. Bu büyük harptir ha! Cihadı ekber  diye buna diyorlar. İnşallah fırsatımız olursa hadisi şerifleri okuyacağız. O cihadı ekber, cihadı esğarın mükafatını okuyacağız. Nefis ve şeytanla mücadele büyük cihattır. Büyük harp. Niçin büyük harp oluyor? Bunu azıcık düşünsek bizde anlarız. Niye küçük harp diyorlar? Küçük harp, hepsi günah ile yaptığın harptir. Sonra ise nefisle yaptığın mücadele büyük harp oluyor. Nasıl oluyor? Yunanla harbe girsen ne kadar sürer bu toplasak on üç gün, bazen bir ay, bazen de daha fazla sürüyor. Bosna Hersek’e bak bitti. Afganistan harbi  beş sene sürdü oda bitti. Kendi aralarında mücadele ediyorlar. Hemen hemen Çeçen harbi bitti bak! Büyük harp bitmez mi? Nefis ile şeytanla mücadelenin böyle bittiği var mı? Böyle bir şey bitmez. Hatta cennete girmedikçe bitmez. Orada bile imtihan vardır. Ölünce kapanmıyor. Hayır! Hayır! bizlere imtihan, öldükten sonra devam ediyor. Buluğa erince başlar, cennete girinceye kadar devam eder, mücadele edersen bu diğerinden büyük oluyor. Nitekim Muhammed Behauddin (k.s.) Hazretleri vefat ettiği zaman ehli keşiften olanlar mezarına nazar ediyorlardı. İşte onların bakışları mezarın duvarları, toprağı, taşları onlara perde olmuyor. Yani onlara cam gibi oluyor. Görüyorlar. Orada iki tane huri geliyor cennet hurileri, cennet güzelliği ile. Soruyorlar? Nakşibendi Hazretlerine kimsiniz? Bizi Cenabı Hak gönderdi. Sen burada mahşere kadar yalnız kalmayasın  diye. Cevap Yok! Yok! Benim Rabbimle anlaşmam var. İmtihan ediyor beni. Bana Cemalini göstermedikçe ve benim tarikatıma mensup olanları cennete yaklaştırmadıkça kimseyle alakalı olmayacağım. Kusura bakmayın! Ve onları reddetti. Mezarda bile reddetti onları. Biz sokaklardakinden gözlerimizi alamıyoruz. O ise mezardaki kendine ait olanları reddediyor. Orada bile imtihan !

Bu zamanın kot kafaları derler gerçi Allah (c.c.) gücenir öyle demeyelim. Çünkü deli  zannettiğimiz bir arkadaş vardı. Seneler evvel vefat etti. Birisi dedi ki ona ismini unuttum. Burnun ne kadar büyük dedi ona. O ise neden? Ustasını mı beğenmedin? dedi. Hakikaten büyük söz. Cevabını verdi, burnu yaratan kim Allah (c.c.) büyükte ondan mı beğenmedin? Haşa yaratacaksan sen bir burun yarat bakalım! Şimdi kot kafa demek uygun değil ama kullanamadığı için kot kafa oluyor. Halbuki büyük insanlara laf atarlar. Burada dünya’da Allah-ü Teala’nın sevgisinden başka hiçbir şeye meyletmedi onlar! Bütün insanları iyiliğe çağırdılar nefis ve şeytana zerre kadar yüz vermediler. Mezarda bile bunu devam ettirirken bile imtihana devam ettiler. Namaz kılmayan insanlardan bahsetmiyoruz. Namaz kılanlarımızın içinde bile, din ile uğraşıyoruz diyenlerin içerisinde bile, mücahidim, mücahideyim, diyenlerin içinde bile İmam-ı Azam Hazretleri’ne ki zahiri ilimi zirveye çıkmış. Muhammed Behauddin (k.s.) Hazretleri’ne gibi batıni ilimde zirveye çıkmış. Allah dostlarına laf atacak kadar ileri giderler onlarda bereket olmaz. Onların müdafası nefsin müdafaasından daha kötüdür. Bereket, büyüklerimizin onlar Allah (c.c.) der. Batılı siler.

Evet, “Budur suğra anı kıldı mesalik.” Bu letaiflerden, bu ruhun ve bedenin letaiflerinden ibadet ede ede bir mürşidi kamile intisap ederek olduğun yerde devam et. Peki böyle bir mürşidin yoksa kendi başına olur mu? Ancak kendi başına çalışarak bu makamlara ulaşmak ve kazanmak çok zordur. Çünkü o makamlara gidip, gören ve geri gelen bir kişi lazım. Yoksa o yollarda insan şaşırır. Bak Hz. Musa (a.s.) Tur-i Sina dağında şaşırdı. Yolunu kaybetti. Ama sonunda hidayet buldu. Kendi başına olmuyor!

– Bir insan ben bulurum diye Allah’a ulaşması olur mu?

– Mümkün.!

– Namaz kılarak ulaşması?

– Mümkün.!

– Farz, vacip, sünneti yaşarım Allah’a ulaşırım!

– Mümkün.!

Amma nefis durmuyor ki! İlla üç gün yaparsan sonra beşinci gün tembellik geliyor. Fakat bir manevi çobanın terbiyesinde bu iş daha kolaydır. Hani çocuklarımızı bir meslek sahibi olsunlar diye göndeririz ya bir yerlere, ustaların, hocaların yanına. Kendi başına hiç birisi meslek sahibi olmuyor. Olsa da yeterli olmuyor. Üstad görmeden meslek sahibi olanların mesleği eksiktir. Bakıyorsun  ayakkabı tamircisidir, köşesinde bir diploması vardır, ustası ona bundan sonra bu işi yapabilir diye imza vermiş. Hakikaten bakıyorsun böyle insanın yaptığı tamiratla mesleği kendi başına öğrenenin yaptığı tamirat arasında dağlar kadar fark vardır.  Anlaşıldı değil mi burası. Evet ibadetle, Resulullah’a ittiba ile devam eder. Bu letaiflerle ruhumuz tekrar eski yerine döner. Tabi ki bedenle alakasını kesmeyerek. Eğer ruh bedene reddedilip nefis onu terbiyesi altına alırsa o zaman, o kişi, en berbat insandır. Örneği Ebu Cehildir. Oda aynı ruh ve bedenle yaratıldı. Sonra ruhu bedene reddedildi. Nefis o ruhu esareti altına aldı. Ruh benliğini kaybetti nefsi emmare oldu. İşte böyle insanın örneği Ebu Cehildir. Beşerin en rezili, en hakiri oldu. Lakin ruh, nefsi terbiyesi altına alsaydı kemal sahibi olur ki örneği Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Bak! işte ruh bedene reddediliyor, eğer ruh bedenden kayboluyorsa esaretini unutuyorsa Ebu Cehil gibi oluyor, hayvan ve hayvandan daha aşağı  oluyor. Ama yok! Ruh bedene reddedilip ruh, bedeni terbiyesi altına alıp, onu kemale getiriyorsa, o insan melek ve meleklerden daha üstün oluyor. Örneği Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dedik.

Seyri sülük işte iki nokta arasında cereyan ediyor. En alt basamakta Ebu Cehil, en üst basamakta ise, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) var. Biz ise bu iki nokta arasındayız. Ya dikkat eder Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e yaklaşırız. Yada dikkat etmez Ebu Cehil’e yaklaşırız. Bu iki kutup tamamen birbirine zıt oluyor. İki kutubun arasındaki bizler, işte bunun mücadelesini veriyoruz. Hayatta bunun mücadelesidir. Anlatılanlar bu hayat mücadelesinde muvaffak olmanın sırlarıdır. Anlarsan yükselir, anlamazsan gayret etmezsen Ebu Cehil’e yaklaşırsın. Ya müspet, yada menfi. Allah-ü  Teala’dan sevdiğine doğru hicret etmek nasip  etmesini niyaz edelim. Canı gönülden ve bunun sebepleri ne ise onlara sarılmayı niyaz edelim. Geçiyoruz. Bu risale acayip bir şeydir. Nazımdır. Çok kemalat var onda. Onun için söylemekle bitmiyor. Yani her lafzında sanki şer-i şerif özeti var insanın yaratılışının meramı var içerisinde onun için geçelim.

“Budur suğra anı kıldı mesalik. Oldu irsle dahi kübra da halik.” O ruh ibadet ede ede kendisine gönderilen şer-i şerife sarıla sarıla makam kazanıyor. Ve eski makamını buluyor ki  mebde-i teayyün unsuru orası. Herkesin bir teayyün ettiği yer vardır. Ruhun teayyün ettiği bir yer vardır. Cenabı Hak bir şeyi sebep kılmıştır. Oraya kadar olan yükselişine “Seyri İlallah”  diyoruz. Oraya asaleten gidiyor. Ondan sonra terakki edersek ki, edecek çünkü “esfele safilin” olan ruhun, bedene gönderilmesi o makamdan da yukarı çıkması için idi. İşte o makamdan yukarı çıkması asalet yolu ile oluyor. Tebeiyyet yolu ile oluyor. İrsle oluyor. Bak! Peygamberlerden alınan manevi bir miras vardır. Onunla beraber oluyor o.  Kübra da halik, yani Cenab-ı Hakkın esma sıfatında bulur. Kendisinde, kendi benliğini kaybetti. Helak derecesinden nur’a gark oldu. İşte Cenab-ı Hak esma sıfatı dairesinden seyri kemalatı, nura seyir oluyor. “Velayet-ül kübra” oluyor. Onlarında daha asıllarına doğru ki,  şani ilimde ise sıfatların şan tarafı vardır. Onlarda büyük meleklerin taayyünü oluyor. Bak üç makam var. Bir: Bizden birinin taayyünü.  İki: Enbiyalardan birinin taayyünü. Üç: Yüksek meleklerden birinin verdiği taayyun. Bir örnek  vererek bitirelim. Hani letaiflerimiz, bulunduğu yerle, arşın üstüne yürüyüş diyoruz ya! Bu “seyri İlallah” oluyor. Buraya kadar çıkar insan, buna “fena fillah” diyoruz. Bu söyleyiş ne kadar kolay bulunduğumuz yer letaiflerimiz bedende, beden ise yerde. Bunları arşın üstüne, yani yerleri ve gökleri aşmış bulunuyoruz. Buna alemi imkan diyoruz. Bunun mesafesi Allah (c.c.)’ın tarifi ile, meleklerle ruhun ona yani Rabbilerine uzunluğu elli yıl kadar olan bir günde ulaşırlar. İşte “seyri İlallah”  bu mesafededir. Melekler bir günde gidiyor. Ama bu saydığımız 50.000 senelik uzunluk oluyor. Meleklerin yürüyüşü bizim saydığımız 50.000 senedir. Işık hızı saniyede 300.000 km. 12 milyar ışık yılı, bir ışık saniyede 300.000 km gidiyor. Ve bunun 12 milyar ışık yılı o ışığın yılını hesabına aldı. Ne kadar uzun? Yani bizim hesaplamamıza girmez böyle rakamları dizersen herhalde buradan Fatih’e kadar gider. Ama Cenab-ı Hak buyuruyor; “O mekanda görüşürüm onlarla.” Ya! Ne kudret sahibi ki daha hala anlayabilmiş değiliz. Hoş onun için büyüklerimiz buyuruyor ki; Astronomi ilminde ve semavât ilminde derinleşmeyen bir mümin, mümine marifetullah da kısırdır. Yani Allah (c.c.)’ı bilmekte kısırdır. Bu gök ilminden haberi yok. O güzellikten haberi yok, kendi bedeninden haberi yok, bu insan Allah (c.c)’ı bilmekte kısırdır, bilemez. Bizi anlatıyor herhalde! Bilsek biz bu kadar kemalat sahibi olan Allah-ü Teala (c.c.)’yı. Mesela sabah namazına çağırıyor gelemez miyiz? Evet! Gafletimiz var. Anlamıyoruz ki gelemiyoruz. Veyahut namazlarda eksik yapabilir miydik. Ama bunların  büyüklüklerini bilemiyoruz. O bilmeyi ilim olarak değil de kendime onu hazmettirecek şekilde marifet olarak bilmektir. Bunu bilen insan hangi namazdan geri kalabilir? Hangi ibadetten geri kalabilir? Hangi emirden geri kalabilir? Hikaye okumayın! Hayatımız, yaşantımız onlardan tesirlendiğinizi andırıyor. Görünen köy kılavuz istemez. Ashab-ı kiram bizi görse belki de kabul etmez. İşte bu kadar becerebiliyoruz. Cenab-ı Ya Rabbi! Bize daha çok becerebilmeyi nasip eyle! Amin. Yalnızca senin için yapabilmek nasip eyle! Amin. Seni tanımak nasip eyle! Amin.

Hoca efendi! Bende böyle güzel haller vardı. Ama sonra kayboldu.

– Soğudun mu yani? Böyle hal verildiğinde kulluk yapsak, bu hal bizden alındığı zaman sendelesek, demek ki! Allah’a İbadet etmediğimiz anlaşılıyor. Ha! verse de, vermese de, dövse de, güldürse de KULLUK ONADIR. Seve seve yapmak lazımdır. Nefsi bu hususta zorlamak lazımdır. Geçiyoruz.

“Velayetül enbiyaya oldu malik.” Evet “velayetül kübra” enbiyanın velayetidir. Ondan sonra daha ileri giderek “velayeti ulya”ya  malik oluyor. Ondan sonrada terakki ediyor. İnsan ve melekler orada kalırlar ileri geçemezler. Çünkü onlarda muhalefet edecek bir nefis yoktur. Hani biz diyoruz ya. Yanlış aslında. Hani bu nefis olmasa ben veli olurdum. Nefsin olmasa hiçbir şey olamazdın!  Çünkü nefse muhalefetle terakki ediyorsun. Bu onun için itaatten daha zor gelir.

 “Tefekkür kıl gel gidelim.Cemali ba kemale seyr edelim”.Şimdi aynı sözlerin hemen hemen devamı gibidir. Biraz dikkat edersek bunu anlayacağız. Cenab-ı Hak ayeti celilesinde “Ey Müminler, kadınlar yine sabredin musibetlere, murabata edin (asıl bunu üzerinde duracağız) Olur ki feraha kavuşursunuz.”

Evet sabrın bir kendimizle alakalı tarafı vardır. Birde insanlarla olan muamelede alakası vardır. Bunu geçiyorum. Cenab-ı Hak bize beni murabata edin, rabıta üzere olun diyor. Biraz evvel dediğimiz  küçük harp de gözetleme vardır. Murabıt olmak, gözetleyici olmaktır. Aslında İslam memleketlerinin hudutlarından düşman girmesin diye yapılan nöbet işlerine murabata deniliyor. Onlar rabıttırlar, bekleyici, gözetleyicidirler. Bunların çok büyük mükafatları vardır. Yani bir İslam hududunda nöbet tutmak düşmanların İslam ülkesine girip orada namusa, ırza, cana, mala musallat olmaması için dine, imana musallat olmaması için hudutta. Resulullah (s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Bir gün gözetleyici olmak, bir gün nöbet tutmak, dünya ve dünya içerisinde olanlardan daha hayırlıdır.” Bir gün nöbet tutmak İslam ordusunda, bir gün nöbet tutmak öyle ki  İslam ordusu diyorsun. Resulullah (s.a.v.) zamanındamı yaşayacağız Yok! Yok! Efendiyi birkaç hafta evvel duymuşsunuzdur. Veya birkaç ay evvel. Askerlikten bahsederken demişti ki ben askere gitmeden evvel Mektubat da (veya bir kitap da) askerin taburesi hakkında bir mektup okumuştum. O bana ne kadar tesir etmişti ki  beni ne zaman askere alacaklar diye çırpınıyordum. Hatta şu anda bile alsalar yine giderim buyurdu. Sen o nöbeti tuttuğun zaman şu camileri bekliyorsun, camideki cemaati Müslümanları bekliyorsun, Kuran-ı şerifi bekliyorsun yaa.

Başka Hadisi Şerif de ise “Allah yolunda nöbet tutan bir murabıtın bir nöbetçinin defteri mühürlenmez onun ameli çoğalır. Ta ki kıyamet gününe kadar,   kabir ve kadın fitnesinden emin olur.” buyuruluyor. Şimdi inşaallah biz bu nöbeti kalbimiz için tutacağız. İçeriye Mevla’ya İbadete ve onu memnun edecek işleri, erteletecek dünyalıkların nöbetini tutacağız. İçeriye sokmayacağız! engel olacağız. Güzel mükafatlara zemin hazırlayacağız. Mevla’mızın nazargahı olan gönlümüzü tertemiz yapıp muhafaza edeceğiz.. Vesselam.

Yorum yapın